Hanımlığın da, efendiliğin de teveccüh görmediği zamanlarda hanımefendilerle karşılaşma ihtimaliniz de neredeyse yok gibi ve sayıları gittikçe azalıyor.
Sokakta, iş hayatında, hayatın her köşesinde sesleri çokça çıkan hemcinslerinin ufkumuzu kapladıkları bir ortamda, gözlerimizin çirkinliklere mahkûm olduğu, kulaklarımızın çirkin seslerin istilasında olduğu şu günlerde onları fark etmek, onlara ulaşmak ne kadar zorsa onların da neşvünema bulmaları da bir o kadar güç.
Şanslı gününüzdeyseniz, yine de bir şekilde bir yerlerde Allah’ın bir lütfu olarak karşılaşmışsanız da nasipli sayılırsınız.
Yeter ki isteyin!
Bulunca da sarılıp, hasretle; hatta olmadı bir de bizim için şöyle uzun uzun öpün ellerinden.
Kendimce biriktirdiğim mütevazı sayılabilecek oranda böyle eller öpüyorum.
Söz; ben de ilk seferde yazılarımı dört gözle bekleyip, bir solukta okuyuveren, üstüne telefonlarıyla mesajlar atarak veya yorumlar yazarak beğendiklerini ifade eden okurlarım için o elleri bir defa da fazladan, sizin için öpeceğim.
O ellerden birinin sahibi Celile Teyze’m.
Kocaman bir ailenin, kocaman bir geçmişin, bir o kadar kocaman izlerinin kocaman gönüllü insanı.
Gözlerini yakaladığımda benim göremediğim geçmişteki o izlerden biraz olsun kırıntılar aradığım ve bulduğumda da ikram etmede hiç de hasis davranmayan Celile Teyze’m.
Laf açıldığında hayatın her anı, her dönemi ayrı güzeldir deriz demesine de gençliğini özlemeyenimiz var mı içimizde?
Güzel olan özleniyor elbet.
Otuzunda da yaşlanıyor insan sekseninde de.
Otuzunda da başlarsın iç geçirmeye ve senin bu kadar genç olduğunu fark edip de soran bile olmaz ne yazık.
Ondan sonra da hep eskiye, hep maziye dalar gidersin.
Muhabbetten uzak kalınca ölmek sadece muhabbet kuşlarına has değil. Otuzunda insan da ölür muhabbetsiz kalınca.
Bir de yaşı senden fazla ama ruhu hep genç kalanları görürsün.
Sürekli bedenleriyle didişen, ona yaşlılığı yakıştırmayan ruh sahibi insanları.
Kısa gibi görünse de biraz yaş aldığımızda daha net görüyoruz ki aslında hiç de kısa değilmiş gençlik yılları. Sadece biz biraz müsriflik yapmış, kıymetini bilmemiş ve tadı damağımızda kalan her güzellik gibi şimdilerde baktığımızda iç geçirdiğimiz ne uzun yıllarmış meğer gençlik yılları.
Anı yaşamak deriz, yaşayamayız ve hep gidenin ardından ağlamak, üzülmekle geçer ömrümüz.
İçinde bulunduğumuz vaktin efendisi olabilmiş kaç kişi tanıyoruz etrafımızda?
Bize özel tahsis edilmiş vaktimizi kimseye ipoteklemeden, vesayete bırakmadan, keyfini çıkara çıkara kullanmak sahi o kadar da zor mu dersiniz?
Vaktini yönetemeyenler, vaktine söz geçiremeyenlerin sözlerini de kendilerine bırakarak vaktinin efendisi olanlara yönelelim.
Bir hanımefendinin yaşı hiçbir zaman sorulmaz!
O yüzden siz de sakın sormayın Celile Hanım Teyzemin yaşını.
Dedim ya: o zaten hasisliği hiç sevmez ve deyiverir zaten bütün diyeceğini de asıl olan sizin onu gördüğünüzde htikleriniz.
Kiminiz yetmiş der, kiminiz az konuşunca doksana yakın diye tahmin eder. Sonra o zaten sizi kendi yaşından çok uzaklara bir güzel götürür de bir an nerede olduğunuzu bile unutur, peşi sıra kanatlanır gidersiniz.
Celile Teyzenin evi; Muğla’ya eski ve yeni ayrımını yaptıran, şehrin meydanından Aydın istikametine doğru, güneyinden kuzeye doğru uzanan Abdi İpekçi caddesi üzerinde. Caddenin doğu tarafı Asar ve Kızıldağ yamaçlarına bakarken, batısı yükselen yeni binalarıyla ovaya doğru bakmaktadır. Böyle bir binanın ön tarafındaki daireleri cadde ve eski Muğla manzaralı olurken arka taraftaki daireler de doğal olarak yeni Muğla’ya bakmaktadır.
Celile Teyze sanki yaşam biçimini daire tercihine de yansıtarak, “dün dünde kaldı, yeni şeyler söylemek lazım” misali yönünü yeni Muğla’ya çevirmiş, eskiye takılıp kalmayı, hele bütün gün seyredip vakit geçirmeyi kabul etmemiş gibidir.
Günümüzde evin sultanı; dört duvarı salına salına gezdikçe bile hane yapan, her bir köşesine eli değdikçe yuvasını bereketlendiren kadın artık kurum kapılarında. İş hayatının tam ortasında salına salına gezmese de kapı kapı gezerek iş kovalamakta, ya da diploma üstüne diploma alıp kariyer planları yapmakta.
Evlerin şekli, muhiti, büyüklüğü falan değişebilirdi. Hatta evler sokağı olmayan semtlere de taşınabilir, aynı binaya üst üste, yan yana sıralanabilirdi de ama kadın bir evin olmazsa olmazıydı. Kadının konumu değişince doğal olarak evlerin konumu da değişiyordu.
Kadın okudukça, dünyayı tanıdıkça, gördükçe kendini de keşfediyor, üstüne koyuyor, geliştiriyordu. Doğal olarak bu gelişimden en çok nasiplenen de evi oluyordu. Kimi eskileri atarak ve kapitalizmin ilahi emrine uyarak değişiyor, kimi de onlarla konuşarak, anlaşarak değişiyordu.
Öyle ya değişimden herkes gibi canın yongası dediğimiz eşyalar da paylarına düşeni almış, süreç onları da kapsamıştı.
Yeni nesilleri pahalı olmalarına karşın onlar gibi uzun ömürlü olmuyordu. Bir de o dönemlerin insanları kıymet bilen insanlardı ve kolay atamamışlardı hayatlarından onları ama şimdi tabii ki ne o eski insanlar vardı ne de kendileri artık bu çağın beklentilerini karşılayacak düzeydeydiler.
Her durumu fırsata çeviren tüketim endüstrisi onların bu hallerinden de yararlanmış, antikacılık dediğimiz bir sektör geliştirivermişti. Bir dönemlerin can yoldaşları şimdi antika dükkânlarında sanki toplama kamplarında veya esir pazarlarında olduğu gibi üstelik hak ettikleri değerin çok çok üstünde fiyatlarla müşteri beklemekteydiler.
Hâlbuki onlar çok çok pahalı evlerin öyle yanına yaklaşılmaz derecede pahalı olan süslerinden olmamışlardı. Bilakis can yoldaşlarıydılar sahiplerinin. Değerlerini bizzat bulundukları mekânın bir parçası olmalarından ve o evin bizatihi sakinlerinin kendilerine biçtikleri değerden, kendilerine yükledikleri anlamdan almışlardı.
Neticede kullanılmak üzere yapılmış eşyalardı. Ölümsüz olmadıkları gibi gün gelip eskiyeceklerini ve gün gelip tarihin tozlu sayfalarında olmasa bile çöplüklerin içinde yerlerini alacaklarını biliyorlardı.
Yeni nesillerini gören zamane gözleri onları da görebilmeli, kıyas edilemeseler bile zamanı daha iyi anlamalarına bir parça olsun katkı sağlamalıydılar.
Şimdi binlerce radyo kanalına ulaşabilen yeni nesil teknolojiler var ama siz şöyle yarım asır evvelinin evinde, ev arkadaşlarına konulduğu yerden hafif afili bakan bir radyoya hiç kulak verdiniz mi?
Ulaştığı birkaç istasyonun birinden zorla getirdiği sesleri, evden dışarı adımını bile atmayan ev arkadaşlarıyla paylaşırken ki mutluluğunu görmek için ille de o radyoyu diğer ev arkadaşlarıyla birlikte yerli yerine, daha doğrusu hak etiği yerine koymanız gerekecektir.
Modanın hüküm sürdüğü, teknolojinin akşamdan sabaha, çarşıdan eve kadar mesafede baş döndürücü hızla değiştiği günümüzde dinginliğin huzura dönüştüğü ve her gittiğimde iliklerime dek o huzuru soluduğum bir mekândır Celile Teyzenin evi.
Evin bütünü ev sahibinin ritmine ayak uydurmuştur. Eşyalar rastgele serpiştirilmemiştir ve birbirlerini kıskandıklarına dair de en ufak bir emare yoktur. Sadece biraz daha öncelikle fark edilmeyi bekleyen güzeller gibi sıralanmışlardır yerlerinde.
Azamet ve ihtişam devirleriyle ikbal hafızada kalmış gibi görünseler de ufak adımları, tek bir eşyasından bile esirgemediği ilgisiyle sürekli onları diri tutmaya çalışan vakanüvüs gibi ayaktadır Celile Teyze.
Elleri, gözleri, aklı, gönlüne kulak verir de evin diğer sessiz sakinleri geri mi durur bu davetten sanırsınız.
Hiç birini ihmal etmez, hiç birini unutmaz. Unutsa uzun uzun özür diler, diz çöker karşısında da yine de özrünün kabul edildiğinden şüphe duyar.
Öyle ya; narinler çabuk kırılır kırılmasına da toparlaması kolay olmaz.
Bu yüzden hayat narinlere acımasızdır.
Coşkun suların yaz başlarındaki halini bilir misiniz?
Hani suyun da derenin de o en olgun hali.
Ne kış ve bahardaki gibi azgın, ne de yaz sonu ve güzdeki gibi ıssız.
İşte hep o yazın başında kendini konumlandırmıştır Celile Teyze.
Ne geride bıraktığı kışın gürüldeyen sesine ne de gelecek olan yazın kuraklığına üzülür.
Mevsimdir işte; gelir ve geçer.
İbnü’l vakt zaten bu değil miydi?
Başkalarının boyunduruğuna girmeden evvela kendi vaktine söz geçiren, geçmiş ve gelecek kaygılarından azade sadece vaktin kıymetine odaklanan kişi.
Celile Teyze her mevsimin içinde kendini ve yoldaşlarını, birlikte yaşadıkları evdeki sessiz arkadaşlarını, eşyalarını, çiçeklerini bir an olsun ihmal etmeden yaşar.
Muhabbetin, sadece insanın insanla konuşması sanırsanız yanılırsınız. O zaman siz o eve gitmeseniz de olur.
Böyle görmüş, böyle öğrenmişti Celile Teyze.
Şimdi Allah’ın ona verdiği fırsatı da iyi değerlendirerek kâseden sızan billur damlaları gibi dışına taşıyor, paylaşıyordu bütün tecrübelerini. Üstelik yazarak veya konuşarak da değil, uygulamalı göstererek, pratiğe dökülmüş halde bunu yapıyordu.
Ah!
O Hanımefendiler, Beyefendiler!
Hangi vakitler yaşadınız, nerelerde durup nerelerde oyalandınız?
Erken doğmuşsunuz belli, ya da biz geç kalmışız her zaman olduğu gibi.
Vakitlerinizin birbirinin tıpatıp aynı olmadığı gibi zemin ve duruma göre keyfince değişen aralıklarla aheste aheste geçtiğini söyleseniz de inanın biz sizin o dinginliğinizi arıyoruz beyhude çabalarla.
Zamane yeni birçok söz öğrendi belki sizin hiç duymadığınız ama ben halen sizin o kelimeyle insan arasındaki söz menzilindeyim.
Sahi duyuyor musunuz beni?
Güzel zamanlar olmayacak hiç.
Olmadı da!
Zamanı güzelleştiren; o güzel sesler, güzel eller, güzel işlerin zamana vuran akisleriydi.
Güzel bir ses, güzel bir dokunuş, güzel bir çaba bu kadar uzak olmasalar gerek.
Ve o kadar uzak değil Celile Teyze.
Bir güzelliğe bakar sadece.
Dilimizle, elimizle, işimizle, o da olmadı yönümüzle.
Bir an kesilse bütün sesler, vakit öğle vakti ve Muğla’nın gölgede kırk dereceyi bulan sıcaklarının vaktiyse o an, salonun köşesindeki radyonun o hiç eskimeyen sesine kulak verme vaktidir.
“Şarkılar seni söyler,
Dillerde name adın”
Erdal ÇİL
cerdal48@gmail.com